3 Ağu 2011

bir mektubun hikayesi

Dokuzuydu Eylül’ün. Zamansız Eylül. Ayrılık kokan Eylül. Hüznün mevsimi Eylül. Hazanın habercisi Eylül... “Saat yedi buçuğuydu güzün ve ben bekliyordum, kimi beklediğim önemli değil. Günler, saatler, dakikalar. Bıktılar benimle olmaktan, çekip gittiler azar azar, kaldım ortada, tek başıma...”
(Pablo Neruda)

Dokuzuydu Eylül’ün ve kala kala günlerin kumuyla, suyla, bir haftanın artıklarıyla kaldı. Vurulmuş ve hüzünlü. Kalakaldı tek başına. Öyle kimsesiz kaldı ki, öyle bomboş. Kimsesiz balıklar ağladılar ona, sessizce ve okyanus öyle bir kabardı, dalgalar öyle bir hınçınlaştı. Dokuzuydu Eylül’ün ve savaş başlayalı 45 gün olmuştu.


26 yaşındaki İngiliz asker Thomas Hughes için soyut bir kavramdı savaş. Omzundaki silahın ölüm taşıdığının farkında değildi henüz. Ölmek ve öldürmek, hayatından çok uzak şeylerdi. Belki de düşünmek istemiyordu savaşı ve onun ardındaki karanlık gerçeği. Elizabeth’i düşünüyordu, özlüyordu onu. Ve bir de iki yaşındaki kızı Emily’yi. Onlardan ayrılalı daha birkaç hafta olmuştu, ama zaman öyle bir şeydi ki, hasret akışını yavaşlatır. Akrep ve yelkovan öyle bir ağırlaşır, elinde bastonu ile yürüyen yaşlı ve hasta bir adamı anımsatırlar.
Bir savaş gemisinden denize, sonsuz ufka bakıyordu. Martıları izliyordu. O da şimdi bir martı olsaydı. Deniz suyu üzerindeki yolculuğunu bu gemi değil de, kendisi belirleyebilseydi. İstediği yöne doğru uçabilseydi. Elizabeth’e uçabilseydi, kanatları arasında hasreti yok edebilseydi. Bir kuş konsaydı şimdi omzuna. Bir selam gönderebilseydi hiç olmazsa. Evet, sadece bir selam...
Denize bakıyordu ve ansızın aklına bir fikir geldi. Hemen çantasındaki defterden bir sayfa kopardı. Ve tükenmez kalemle tükenmez umutlarını yazmaya başladı:

“Sevgili Eşim,
Şu an üzerinde bulunduğum gemide yazmış olduğum bu notu şimdi, sadece sana ulaşıp ulaşmayacağını görmek için denize atacağım. Eğer ulaşırsa, zarfın üzerindeki ‘alındı’ yazılı köşeyi işaretle. Alındığı gün ve saati üzerine yaz, imzanı at ve mektuba iyi bak.
Şimdilik hoşçakal tatlım. Hubby.”
Eşini çok yakında göreceğinden şüphe duymuyordu. Bu mektup ulaşsaydı ellerine ne güzel olurdu. Paylaştıkları ömre yeni, çok özel bir anı eklenecekti. Yıllar sonra birlikte mektuba bakacak, ayrılık günlerinde birbirlerine karşı duydukları özlemi anımsayacaklardı.
Mektup bulunduktan sonra Elizabeth’e ulaşmasından emin olmak için defterinden ikinci bir sayfayı koparıp, şu notu yazdı: “Bay veya bayan, erkek ya da kız çocuğu. Zarftaki mektubu sahibine ulaştırıp, cephe yolundaki biçare bir askerin minnettarlığını kabul etme nezaretini gösterir misiniz? 1914 Eylülü’nün dokuzuncu günü.”

Her iki notu bir zarfa yerleştirdikten sonra gemide bolca bulunan zümrüt yeşili şişelerden birini aldı. Zarfı şişeye yerleştirdi, şişenin ağzını kapattı ve sevdiğine ulaşması dilekleri ile Manş Denizi’ne attı. Dalgaların kucakladığı şişenin akışını bir süre izledikten sonra kamarasına döndü. Elizabeth’in fotoğrafına bakarak uykuya dalarken O, üzerinde bulunduğu gemi de Fransa’ya yol alıyordu. Ve Thomas da, hala algılayamadığı savaşa doğru yol alıyordu. Ve girdiği ilk çatışmada, 1914 Eylülü’nün onbirinci gününde öldü...

***

Sene 1999. Mayıs ayının herhangi bir günü. Steve Gowan İngiltere’nin Sussex kentinde Thames nehrinin kenarında oturup, martıları izliyor. Bugün oltası ile bir ala balığını tuzağa düşürebilecek mi? Oltasını hareket ettirmeden bekliyor, martılara ve bu bahar gününde bir başka maviye bürünen gökyüzüne bakıp, geçmiş zamanlara, daha hiç görmediği mekanlara yolculuk ediyor...

***

Balıkçı

Denize vuran balıkçı
bir aynadan döner bize
yüreği rüzgara göre
mintanı yamalı
ayakları çıplak
elleri güzel

Denize vuran balıkçı
kuşu yıldızı getirir bize
kabuklu böcekler ve yosun
bırakır sepetini küpestesine
denizde pupa yelken günümüzün


geceler kısacık gündüzler uzun
(Oktay Rıfat)

***

Birden döndü yaşanılan zaman ve mekana. Bir şeyler yakalamıştı. Acaba ala balığı mı? Bu akşam boş ellerle dönmeseydi ne güzel olurdu. Ama yok... Balık değildi bu. Oltanın makarasını hızla çevirmeye başladı. Bir şişe yakalamıştı. Şanssızlığına gülüp, şişeyi tam denize atacaktı ki, içinde bir şeyler olduğunu fark etti. Koyu yeşil şişenin plastik kapağını biraz zorlayarak açtıktan sonra deliği gözüne yakınlaştırdı ve yanılmadığını gördü. Şişenin içinde bir mektup vardı. Şişeyi sallamaya başladı ve çok eski olduğu her halinden belli olan bir zarfı çıkardı. Zarfın içinde ise iki not buldu. İlki, kendisine yazılmıştı - tam 85 yıl önce. Diğeri de sevgiliye yazılmış bir selam.

Hesaplamaya başladı. Not 85 yıl önce yazılmışsa, mektubu yazanın ve sahibinin yaşıyor olma ihtimali var mıydı? İhtimal çok düşüktü. Ama bir kere 85 yıl önce, henüz doğmamışken, hatta annesi ve babası da henüz doğmamışken elçi belirlenmişti. Şimdi ise bu görevini yerine getirmeliydi. Ama riyakardır yazgı. Bir gözüne sevinç ışıklarını saçarken, bir gözünü ise yaşlarla taştırır. Ve denize atıldıktan 85 yıl sonra bulunan selamı iletemedi turna. Çünkü Elizabeth de 20 yıl önce ölmüştü, Thames nehrinde kendisini bekleyen aşk mektubundan bihaber...

MERAL ÇİÇEK/PolitikART

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder