7 May 2012

Etem Xemgîn: Geçmişimiz de geleceğimiz de mezarlarda saklı

Tarihçi-yazar Etem Xemgîn, öncelikle Alevilikle ilgili çalışmalarıyla biliniyor. Ancak Kürtlerin sosyokültürel yapılarını, gelenek ve göreneklerini, yaşam ve inanç tarzlarını da iyi bilen bir araştırmacı. Onu evinde ziyaret edip, mezarların toplumsal yerini, ölü gömme gelenekleri, Zerdüşt inancında yaşam ve ölüm felsefesini konuştuk.

Toplumsal hafıza bağlamında mezarlar sizce nasıl bir anlama sahip?
Mezar kültürü aslında tarih kültürüdür. Çünkü mezarlar, yani anaların-ataların yattığı yerler insanların geçmişidir. Kendi geçmişine bağlılık bir yerde tarihe bağlılıktır. O mezarlara saygı duymayan, geçmişine de saygı duymaz. Analarına, atalarına saygı duymayan, sahip çıkmayan, ülkesine, geçmişine sahip çıkmaz. Anaların, ataların yaşam alanlarına bağlılık, bir kültürdür. Ama bu kültür ortadan kalktığı zaman, insan kendi geçmişi ile bağlarını da kaldırmış olur, kendi ülkesiyle bağlarını koparmış olur. Bu da inanç veya yaşam bazında doğru bir yaklaşım değil. Deniyor ki 'doğduğun yer değil, doyduğun yer ülkendir'. İyi, hoş
da, atalarınla, geçmişinle bağın koptuğu zaman yaşamının da bir anlamı kalmaz ki. Toplumlar açısından da öyle. İnsanlar, geçmişlerini bildikleri oranda geleceklerine sahip çıkabilir. Çünkü insan sonuçta bilgi ve tecrübeleriyle düşünür, sorunlarını çözer. Dolayısıyla hem geçmişimiz hem de geleceğimiz mezarlarda gizlidir. Mesela Zerdüşt der ki, 'bilmeyen insan her şeyi görür ama bilen insan, baktığı şeydeki tanrısallığı görür. Aleviler de der ya, 'Sen seni bilirsen yüzün hudadır; sen seni bilmezsen Hak senden cudadır'.

Kürtlerin yaşadığı coğrafyada ne gibi ölü gömme gelenekleri var?
Mezopotamya'da çok eskilerde tabiatın evrim kuralı değil de dönüşüm kuralı esastı, insanlar buna inanıyordu. Her şeyin bir diğerinin beslenme kaynağı olduğuna dair bir inanış vardı. Mesela hayvanlar birbirini yer, insanlar hayvan yer ama insanların da etini yine hayvanlar yer. Böyle bir dönüşüm. Bundan dolayı cenazeler suskunluk kulesi denen bir temiz kayalığın üzerine bırakılırdı. Kuşlar filan cenazeleri yedikten bir süre sonra, diyelim bir iki sene sonra kemikler alınıp gömülürdü. Daha sonraları, bu durumun hastalık ve dolayısıyla insanlarda rahatsızlık yarattığı fark edildikten sonra cenazeler gömülmeye başladı.
Ölüm kültürü, inanca bağlı bir kültürdür. Her inancın kendine göre bir cenaze kaldırma ritüeli var. Hristiyanlar kilisede dualarını okuyorlar, Yahudiler havrada, Müslümanlar da camide. Türkiye'de şehirlerde yaşayan Aleviler son zamanlara kadar cenazelerini camilere götürüyordu. Ve bu konuda bir sürü de çelişki çıkıyordu. Son zamanlarda cemevlerine götürüyorlar. İslamiyet, bölgeye hakim olan inanç olduğu için Alevilik onunla direkt bir etkileşim içerisinde, onun baskısı altında. Bundan dolayı cenazeler cemevlerine götürülse bile ölü gömme ritüellerinde İslami ritüellere benzeşmeler ortaya çıkabiliyor. Mesela dedeler belli görenekleri yerine getirdikten sonra el fatiha deyip, fatiha surelerini, dualarını okuyabiliyor. Bunlar tabii Aleviliğe göre doğru şeyler değil. Çünkü benim görüşüme göre Aleviliğin Müslümanlıkla alakası yok. İçiçe yaşadıkları için karşılıklı etkilenmişlerdir fakat temel kutsal değerleri, yaklaşım tarzları, yaşam tarzları ayrıdır. İki ayrı, farklı inançtır.

Alevilikte nasıl bir yaşam felsefesi var?

Bizim Aleviliğin çar ana sır denen temel kuralı var. Yani dört temel unsur. Bunlar ateş, hava, su ve toprak. Evrende bilinen bütün oluşumların temel kaynağı bunlar. Yaşam kaynakları oldukları için Alevilikte kutsal sayılıp, hiçbir şekilde kirletilmezler. Mesela ateş üflenerek söndürülmez. Biz çocukken bize derlerdi ki 'üflemeyin, dudağınız yara olur'. Ateş kutsal olduğu için insan bedeninden çıkan kirli nefes onu kirletir. Aynı şekilde toprak da, su da, hava da kirletilemez.
Mesela Zerdüşt der ki, yaşam kaynağı temiz olmayan bir yaşam temiz olamaz. Yaşam kaynakları kirlenen bir şeyin, o oranda kendi yaşamı da kirlenir. Bu temel öğeler de esas olarak Zerdüşt inancından gelir.


Peki ölüm konusunda ne düşünüyorsunuz?
Netice itibariyle ölüm dediğimiz şey, benim görüşüme göre bir son değil. Bir örgütlülüğün dağılımıdır. İnsan gövdesi bir örgütlülüktür. Değişik organların bir arada oluşu ile meydana gelen bir örgütlülüktür. Her organ kendi görevini yerine getirdiği sürece yaşam devam eder. Ama bu organların herhangi biri görevini yapmadığında diğer organlar da etkilenir, zayıflar ve zamanla o toplumsal örgütlülük dağılır. İşte o dağılma sadece o örgütlülüğün sonu anlamına geliyor, fakat bir yaşamın sonu değil. Dağılan o yapılar, yeni oluşumları meydana getirmek için öz olarak kendi oluştukları maddeye geri döner.
Mesela kutsal ana sır dediğimiz şeyden meydana gelen gövde yapısı, topraktan gelen beden toprağa geri döner. Havadan gelen hava, gaz olarak havaya karışır. Vücuttaki su ve kan, suya karışır. Ve ruh dediğimiz vücut sıcaklığı veya yaşam enerjisi, aynı şekilde sıcaklığa geri döner. Ki o da güneşten gelir. Hani denir ya, ruh tanrıdan gelir. Tanrı güneştir. O ruh oradan gelir ve oraya geri döner. Zerdüşt inancındaki ateş kültürü, Alevilikte de devam ediyor. Ruh tanrıdan geldiği için temizdir, tanrısaldır, onun bir parçasıdır. Bu, tasavvufi anlamda sonradan giderek mistisizme dönüşüyor. Bir Lokma Bir Hırka felsefesi, yani bedendeki nefse hakim olma felsefesi bu temeldedir. Ruh gibi temiz kalma, yani tanrısallaşma istemi, tasavvufun temelidir. Tanrıdan gelen ruh gibi temiz kalma, topraktan gelen bedendeki hırsa hakim olmayı gerektirir. Bunun için de nefs ve hırstan arınmalı. İnziva da bu bağlamdadır. Bu da kırk'tan geliyor. 40 gün  bir lokma ile inzivaya çekilme, tanrısal düşünce üzerine yoğunlaşmak içindir. Biz o düşünceye ulaşanlara eren deriz. Hatta bizim yörelerde hala bu kültür var. Kimi deli der, kimi fukara. Ne mal varlıkları var, ne evlidirler, ne hırs sahibi. Bir lokma bulurlarsa yerler. Bir nevi kutsal görülürler. Öldükleri zaman da mezarları ziyaret yeri olarak kabul edilir. İnsanlar onlara inanç gösterir, onları eren olarak görür.

Yaşamla ölüm, sürekli bir döngü halindeyse, ölüm neden bu kadar acı verir?
İnsanlar her şeye alışabiliyor ama ölüme alışamıyorlar. Oysa her yerde, her an ölümlerle karşı karşıya. Yaşamla ölüm bir aradadır, insan her an ölebilir. Bunun bilincinde olmasına rağmen bu konuda bir alışkanlık geliştiremiyor, normal karşılayamıyor. Halbuki tabiatta normal olan bir şeydir ölüm. Ama insan, ailesinden veya bir yakını öldüğünde çok büyük acılar çekiyor, büyük bir üzüntü yaşıyor. Onun için de ağıtlar yakılıyor;  günlerce, hatta haftalarca ölünün arkasından üzüntü çekiliyor. Bu, insanlığın yapısında olan bir şey. Her şeye alışırken ona alışamıyor.
Her şey aslına geri dönmek zorunda. Bu her oluşumda böyledir. İnsan da bir oluşumdur. O oluşumun son bulması, her şeyin sonu anlamına gelmiyor. Aslına geri dönen her şey, varlığını orada sürdürür. Yaşamı belirleyen öğe, hareketliliktir. Evrendeki en küçük atomun çekirdeğinde bile dengesizlik olduğu için hareket halindedir. Yaşam bir hareketliliktir. Bu evrende var olan her şeyde hareketlilik vardır. Taşta, toprakta, her şeyde. O yaşam devam ederken, aslına geri dönen insan yapısıdır. Yeni bir oluşumda yeniden yaşam bulur. Zerdüşt'ün ölümle ilgili bir sonsuz yaşam öğretisi var. Der ki, 'Sen iki insanın birleşiminden tesadüfen meydana geldin ama senin sonsuz yaşaman senin elinde'. Yarattığın bir değer kaybolmadığı müddetçe yaşarsın.
Ayrıca der ki 'İlk üç gün üzülmeyin, ağlamayın. Çünkü o üç günde ruh buradan giderken yolunu şaşırabilir.' Yani Zerdüşt inancında ilk üç gün yas tutulmaz. Bana göre bunun anlamı şudur: İlk üç gün ağlamayan bir kişinin üçüncü günden sonra fazla üzülmesi belli oranda önlenmiş oluyor. Ölümün ilk anlarındaki şiddetli acının belirli oranda önlenmesi için söylenen bir şey olarak görüyorum. Ölüm tabiatla ilgili bir olay olduğu için insanların daha olgun yaklaşmasını amaçlar Zerdüşt.

PolitikART'ın 89. sayısında yayımlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder